BİR SALKIM ÜZÜMLE GELEN
Bugün iş çıkışı semt pazarına uğrayacağım.
Uzun zamandır pazara gidemedim. Havada üzüm kokusu var, üzüm alacağım, balkonda
büyük bir keyifle, koklaya koklaya yiyeceğim. Bahar ne güzel bir mevsim… Bitkiler,
ağaçlar, hayvanlar bütün börtü böcek taze nefes alıyor sanki. Hatta hava bile
derin derin soluyor. Pazarda bağırmak yasaklanalı beri, sessiz sakin sebzesiyle
meyvesiyle ilgilenen, insana ilişmeyen pazarcılar hoşuma gidiyor bugün. Gözüme
kestirdiğim salkımları koyduruyorum kese kâğıdına. Biraz da can eriği.
Fazlasını taşıyamam, çağımızın meşhur hastalıklarından fıtık benim de başımın
belası. İyi ki taşınmışız buraya,
Yenimahalle sakin bir semt, seviyorum sükûneti. Araba korkusu olmadan dalıp
düşünerek yürümek dinlendiriyor beni. Gün boyu biriken stresim yürüdükçe
dökülüyor her adımımda. Bugün her şey güzel görünüyor gözüme.
Balkonumuz biraz küçük ama olsun,
demirlerine kadar uzanan çam ağacının salınışı bile öyle hoş ki, yanındaki huş
ağacıyla sohbet ediyorlar her rüzgâr sesiyle. Elimde üzüm salkımı katılıyorum
onların fısıltılı sohbetine. “Oğlumu özledim…” deyiveriyorum heyecanla. “Gözümde
bir salkım üzüm oldu…” derdi babaannem, özlemlerini dile getirmek için. Buğulu,
ferah, başka hiçbir nesnede olmayan bir güzel yeşille ve tatlı taneleriyle bir
salkım canlanırdı zihnimde. Bu sözü en çok yaza doğru söylemeye başlardı
babaannem, ta ki amcamlar yazın memlekete gelesiye kadar. Amcamlar bana göre de
üzümdü artık, çünkü çocuk belleğimin kayıtlarında öyle yer etmişlerdi.
Babaannem ilk ne zaman söyledi bilmiyorum, belki ben daha doğmadan da söylüyordu
kim bilir.
Amcam o zamanlar ailenin
üniversite okuyan tek bireyi olarak sayılıp sevilirmiş. Bu saygıyı ve sevgiyi
elde etmek hiç kolay olmamış. Dedem zorla mahalledeki ortaokula göndermiş
amcamı. Sınıfta kalınca da kaç kez anlatılmış olsa da miktarı hiç telaffuz
edilmeyen, ‘adam akıllı’ denilip geçiştirilen bir dayak yemiş dedemden ve evden
kaçmış. İstanbul’a gitmiş, oraya daha önceden yerleşen hemşerileriyle irtibat kurup
iş bulmuş. “Ali amca velim oldu, gidip okula yazıldım.” diye anlatırdı amcam.
Birkaç arkadaşıyla bir oda kiralamışlar. Oda? Ev değil oda… Hem çalışmış, hem
okumuş. Bir musibet onca nasihatten daha çok fayda etmiş. Dedem, ancak birkaç ay sonra bulabilmiş amcamı.
Halit ağa, Hulusi Kentmen’in ikizi gibi olan dedem, zamanın pehlivanı, varlıklı
bir esnaftı o zamanlar. Okumaya değer veren, okumuş adamı el üstünde tutan
biriymiş. Amcamı bulunca onun derme çatma düzenini hiç bozmadan geri dönmüş.
Hatta onun bu gariban hali gizliden hoşuna bile gitmiş, fazla bir maddi yardım
yapmamış. İnsanlar kimi zaman kendilerine karşı iyi olunmasından iyilik
yapılmasından hoşlanmazlar, kendi kendilerine var olma savaşı onları daha güçlü
yapar.
Üniversite öğrenciliği sırasında
evlenen amcamın hanımı Müjde Ar’a benzetilirdi. Çocuk muhayyilemizde bize Müjde
Ar’dan daha güzel gelirdi. Çocuklar surete değil, gönle bağlandıkları için biz
de gönülden severdik yengemizi. Her yaz tatilinin kavurucu sıcaklarında, serin
buğulu bir üzüm salkımını özler gibi babaannemle beraber biz de hasretle
beklerdik amcamla yengemi. Bazen balkonun demirine konan saksağanları postacı
yerine koyar “Haber var!” derdi babaannem dişsiz ağzıyla gülerek, gülünce çok
güzel olarak. Kız kardeşimle ben bilirdik haberin amcamlardan olduğunu.
Babaannemin bu masalsı oyununa, gönüllü olarak katılırdık. Çok sürmez amcamlar
da gelirdi.
Mahallemizde hiç görülmemiş,
süslü başlıkları olan kurşun kalemler, boyalar, boncuklu tokalar ve topuklu
terlikler getirirlerdi bize. Annemin gizlice giydiğimiz dönemin modası apartman
topuklu ayakkabıları da rahat ederdi biraz. Büyükler kendilerine gelen
hediyeleri açarken merak etmezdik onlarınkini, bizimkiler gönlümüze göreydi ya
gerisi hiç önemli değildi.
Ay ışığının, gecenin,
yıldızların güzelliğini o vakit henüz anlamasak da bir arada olmanın adsız
neşesini, balkonda annemin yıkayıp getirdiği su damlacıkları hâlâ üzerinde
küçük mumlar gibi duran üzümleri, yıldızlara bakarak yerdik. Yengem İstanbul’u,
komşularını, denizi anlatırdı. Ara sıra kanımızı emen sivrisineklerden en aç
gözlüsünü yakalayıp şeffaf karnındaki bir damlacık kırmızı kanımızdan ne
anladıklarını sorardık. Annem “Öyle yaratılmışlar.” derdi. Sivrisineğin üzümün
enfes tadından mahrum oluşuna üzülürdük. “Şükredin halinize!” diyen annemin
dilinde koca kitapların anlatmaya çalıştığı onca şey, kısa bir cümleye dönüşüp
bir lamba gibi karanlık odamıza sızardı geceleri. “Uyuyan büyür.” derdi bizi
yatırırken. Abla olarak kardeşine örnek ol, demeyi de unutmazdı. Abla olmak
güzeldi de neden yanlarında oturacak kadar büyükten sayılmıyordum anlamazdım. Hem
bir an önce büyümek isterdik hem de uyumamak… Dedem ve babaannem yatmış olurlardı,
en erken onlar kalkar, en erken onlar yatarlardı. Yengem annemin çeyizinden
kalma fincanlarla balkona giderken yine kahve içip fala bakacaklarını ve yalnız
kalmak istediklerini anlardım. Bunu söylemezlerdi, çoğu şeyi söylemezlerdi
zaten, ama anlardım. Aylardır evde olmayan babamın nerede olabileceğini anlamak
için fallardan medet uman anneme üzülürdüm. Çocuklarına dair her bir şeyi bilen
annem, babama dair hiçbir şey bilmiyordu. Dedem babamı aramaya gitmiyordu, ben doğduğumda da ismim için anneme küsüp bir
kez daha gitmiş yaramaz babam. O zaman dedem arayıp bulmuş. Şimdi ayağı sakat
olduğu için gidemiyordu, ayağını sakatlayınca bırakmış güreşi. Dedem her alanda
adını duyurmuş bir kahramandı gözümde. Askerde çavuş, sporda pehlivan,
çevresinde ağaydı. Okul ödevlerimizde yardım edecek kadar da bilgili. Ne zaman
öğrenmişti bunca şeyi? Ne kadar büyüktü… Babam da bu kadar büyüse keşke derdik
kız kardeşimle.
Babaannem, ilk defa o yaz babam
için de “Bir salkım üzüm oldu gözümde.” deyip bize sarılıp ağladı. O yaz,
babaannemin boyu daha da kısalmış gibi göründü gözüme. Ağlarken sarıldığında
aynı boydaydık. Annem sonradan “Boyun uzamıştır.” demişti. Kız kardeşimin
“Şiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiişt!” sesiyle ağlamayı kestik, balkon demirindeki
saksağanı gösterdi. Babaannem sevindi “Haber var, gelecek!” dedi. Gözlerimiz
ışıl ışıl anneme koştuk, yengemin valizlerini hazırlamasına yardım ediyordu.
Babaannem “O gelecek!” diyordu, saksağan gelip öttü işte gelecek, diyordu.
Amcam “Mesaim başlayacak anne.” diyordu. Yengem “Dinlenmeye toparlanmaya
zamanımız olsun.” diyordu. Babaannem laf anlamaz yaramaz bir çocuk gibi ısrar
ediyor, babamla amcam gitmeden görüşsünler istiyordu. Değil mi ki yılda bir
görüşülüyordu, birkaç gün geç gidip abisini görmeliydi. “Hurafe bunlar hanım,
bırak işinden olmasın.” demişti dedem. Babaannemin yalvarmalarıyla biletlerini
iki gün ertelediler. Yengem bize hurafenin ve mesain ne olduğunu anlattı.
Hurafe’li mesai’li cümleler kurup konuştuk kız kardeşimle, annemle yengem
gözleri yaşarıncaya kadar güldüler. Allah ağlatmasın, diyerek gözlerini
sildiler. Yanaklarındaki yaşlar üzüm taneleri kadar büyüktü. Kelimeler olmasa
da ağlayacak kadar hüzünle dolu olduklarını anlıyordum.
Ertesi gün babam geldi, evde
yine bir bayram havası. Meğer dedem buldurmuş babamı. Evden kaçan bu koca
çocuğa küsmüş dedem, elini öptürmedi, bir süre hiç konuşmadılar. Amcamlar annemin
onlar daha gelmeden onlar için hazırladığı ev salçası ve fasulye konservelerini
alarak gittiler. Yeniden bir üzüm görüntüsünü de zihnimize bırakarak… O yıl
ortaokula başlayacaktım. Yazın geri kalanı çanta, forma, eşofman beğenmekle,
okul kaydı için uğraşmalarla geçti.
Balkonda yaz güneşine nazır
küçük masamda buğusuyla bir küre bilgiçliğiyle duran üzüm, özlemekti.
Çocukluğumda fark etmeden zihnime nakışlanan özlemin sembolü… Semt pazarından
aldığım, bu sarı yeşil arası rengiyle beni çocukluğuma götüren üzüm, özlemlerin
somutlaşmış hali gibiydi. Uzun saçlı oğlum bir salkım üzümdü gözümde, şimdi
İstanbul’da üç arkadaşıyla kaldıkları evde ne yapıyordu acaba? Müzeyyen Senar
dinlerken yandaki dut ağacına konan saksağan sevindiriyor beni. “Gelecek!”
diyor çocuk yanım. Yakında gelecek. Birazdan dernek toplantısından gelecek olan
eşime anlatsam saksağanı “Hurafe bunlar hanım.” der eminim. Erkekler daima
histen yoksun, salt gerçekliklerle hayatın yalnızca kıyısına değerken; kadınlar
yaratılan her şeyle iletişim kurarak hayatın bizzat içindeler. Hem de tüm
zerreleriyle her sese her kokuya her bir ayrıntıya anlam katarak içindeler.
Telefon... Radyoyu kısmadan
açıyorum, oğlum… Final haftası öncesinde üç günlüğüne gelmek istiyor. “Tabi.”
diyorum, heyecanımı gizlemeden. Müzeyyen Senar “Titrerim mücrim gibi baktıkça
istikbalime…” diyor. Ben altın küre gibi geçmişi gösteren üzüm salkımında babaannemle
beraber, kısacık kadife saçlarıyla yerde emekleyen oğlumu görüp gülümsüyorum.
Yanaklarımdan şeffaf üzüm taneleri kayıp gidiyor...
Zeynep Sati YALÇIN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder