ELTİLER
Güzel bir bahar günüydü. İnsanı sarhoş edecek
kadar güzel kokuların belli bir mizanla havaya dağılması; parktaki iğdelerin,
ıhlamurların, hanımellerinin kokularının birbirine karıştırılmadan
algılanmasını sağlıyordu. Parkın kanepesinde muhabbet eden iki kadın saate
bakıp durağa yürüdüler. Otobüsten inince havanın güzelliğinden mest olmuşçasına
ya da konuşacakları bitmediği için ağaçların gölgesine sığındılar.
Doğal şemsiye görevindeki palmiyelerin serin
gölgesinden isteksizce sıyrılan iki kadın, Rızvaniye Külliyesinin taş kemerli
girişinden telveli bir muhabbetle geçtiler. Sağdaki odaların tabelalarını
okuyarak yürüdüler. Ebru kursunun saati kendilerine uymadığından uzun uzun hayıflandılar.
Eşlerinin talimatı gereği keyfi sayılacak her yere ikisi birlikte gitmek
zorundaydılar. Demir parmaklıklı küçücük camlardan içerisini görmeye çalışarak
“Hüsn-i Hat” yazan odanın önünde durdular. Celi olarak yazılan “Edep Ya Hu”
istifinin güzelliğiyle ruhları kabarıp alacalı bir tüy gibi yükselirken havaya,
yazının manası henüz nüfuz edememişti alacalı tüye. Bir alttaki levhada
kaleografiyle yazılmış olan “Alın yazısı hariç her türlü yazı yazılır.” ibaresi
daha çok hoşlarına gitti. Kapıyı çalmadan önce alın yazısı üzerine epeyce söz
söylediler. Yazılır mı, yazılmaz mı, tesadüfler insanın alışılmış yaşamını
değiştirir mi, değiştirmez mi, tesadüf mü, tevafuk mu demeli… gibi süren soru
kelepçeleri ayaklarına dolandı. Kelepçeleri açmak için dökülen onca laf u
güzaftan hiçbiri kelepçelerine anahtar olamadı ve sürüp gitti konuşma. Ta ki
kapıyı açan gencin ne istediklerini sorasıya kadar...
Kurslar vardı işte, onlar da
gelmişlerdi. Hangisi uyarsa ona başlayacak, zaman ipine inci olmasa da camdan
boncuklar dizeceklerdi bir şeyle meşgul olmuş sayılacaklardı. Hani bedava da
olunca niye olmasındı… Hüsn-i Hat öğrenip günün birinde alın yazısı dışında her
türlü yazıyı yazacak konuma geleceklerdi. Vaktiyle dergah olarak planlamış taş
duvarlı odaya hızla göz attılar. Eskiden dervişlerin inziva hücresi olan odanın
duvarlarında asılı olan istifleri incelediler. Kimi kubbe, kimi lale, kimi
kandil biçiminde kamış kalemlerin tırtıklı iziyle renkli mürekkeplerle yazılmış
istiflerin hiçbirini okuyamadılar. Bir bebek gibi uzanıp masumca yatan vav’ın
muhteşemliğini, gelin gibi süzülen elif’teki asaleti, dünyaya kocaman gözlerle
bakan dat’ı ve diğer harflerin bir arada ne söylediklerini hiç fark etmediler.
Cetvelle çizilmiş gibi düz bir hatla
yazılan besmeleyi göz alışkanlığıyla seslice okuyan uzun boylu olanı, zor bir
şifreyi çözmüşçesine “Ben Kur’an biliyorum eltim, daha kolay yazarım.” dedi. Çokbilmiş
edayla kısa boylu olanı süzdü. Kısa boylu olansa kendisinin daha yetenekli
olacağından emin “Ben öğrenmeye açık bir insanım, onca çocuğa yıllardır okuma
yazama öğrettim, ben daha çabuk öğrenirim.” dedi küçük dudaklarını büzdürüp
daha da küçülterek. Bu onların düellosunun başlangıcıydı.
Hoca kuşe kâğıdı çıkarıp kesti,
kamışları yontarak uçlarını düzeltti. Mürekkep ve ham ipeği hokkaya yerleştirip
ilk ödevlerini yazmaya koyuldu. Ödevler yazılırken kadınların sohbetleri hiç
bitmedi. Komşunun çamurlu ayakkabılarla bina merdivenlerini kirleten haşarı
oğlu, balkondan çırpılan sofra bezlerinden çamaşırlarına dökülen zeytin
çekirdekleri, yolda tükürerek dolaşan koca adamlar ve bazı insanların
görgüsüzlüğü derken, salatanın sirkeli mi, limonlu mu daha faydalı olacağı
tartışması hocanın dersle ilgili anlattıklarını bastırdı. Ne kamışı tutma ne
mürekkep akıtma yöntemini duydular. Celi ve sülüsün farkları salatadaki reyhan
kadar alakadar etmedi ikisini de. Ara sıra kafa sallayıp vav’ın anne karnındaki
bebek duruşuna benzeyişine küçük bir hayretten sonra salatayı unuttular ve bu
benzetiş onlara başka çocuk düşünmediklerini hatırlattı, sonra da büyük
oğullarının serkeşliğini tembelliğini birbirlerine şikâyet ettiler. Bu şikâyet
dostluğa adım niyetiyleydi, başka bir niyetleri yoktu!
Kocaları kardeş olduğundan mıdır iş
ortağı olduğundan mıdır nedir, onların dedikodusu yapılmaz, ancak
otoriterlikleri dile getirilirdi. Bir yerde canları mı sıkıldı hemen
kalkmalılar yoksa hacı kızardı, beğenmedikleri malı ısrarla öven satıcıdan
kurtulmak için de birebirdi ‘hacı kızar’ sözü. Keyifleri yerindeyse hacı bir köşede
unutulurdu.
Uzun boylu olanı ev hanımıydı, büyük elti
olarak saygıyı hak edendi. Dört oğlan çocuğunun arasında didinip duruyordu.
Kocası hiçbir şeyden memnun kalmıyor, tatlısız sofra görmek istemediğinden
hazır tatlı olursa küsüyordu. İlla evde yapılacak. Haftada iki kez çiğköfte
yapılması değişmez kuralıydı. Öğleye kadar peş peşe yayınlanan yemek
programlarını izleyip türlü çeşit yemekler, pastalar, köfteler yapıyordu da
kimse eline sağlık bile demiyordu. Bir gün grip olup yatsa babalarından gelen
alışkanlıkla oğlanlar da küsüp odasına çekiliyordu. Kimse neyin var demiyordu.
İki lafın başı “Akşama kadar evde ne yapıyorsun, sanki sabahın ayazında
çalışmaya gidiyorsun…” diyorlardı. Tabi bu kış içindi, yazın tatlı uykulardan
uyanmak daha zordu, o zaman da “Şu sıcakta ter döktün de…” diye başlayan
cümleler para kazandırıcı bir iş yapmaması suçuna karşılık ceza gibi her
seferinde yüzüne vuruluyordu. Babadan oğullara virüs hızıyla geçen bu sözler,
anasınıfına giden en küçüğün bile dolaşık bir ip gibi diline dolanmıştı. Annesi
dediğini yapmadığında çözülüveriyordu dili. “El kadar oğlan bile sana laf
söylüyor, hem de evladınken. Ben elin onca bebesine laf anlatıyorum.” der
çıkardı eltisi, o yüzden söylemek olmazdı. Yedinci sınıftaki ikizlerinse ergenlik
yaşadıkları için sudan sebeplerle asabi davranışları artıp duruyordu. Kadersizdi
işte kadersiz. Ama eltisine anlatıp da kendisini küçük düşüremezdi. “El arı,
düşman körü” dedi içinden, annesinden geçen atasözlerinden biriydi. Ananın
kaderi kızına geçermiş, sözüne inanmaması mümkün müydü? Anasının eksik kaderi
kendisine geçmişti. Eltisiyse anası gibi rahatına düşkündü, bir çay içişleri
vardı ki saatlerce sürerdi, evi yansa kalkıp gitmezdi, öyle bir zevkti bunların
çay faslı.
Eltisiyle yalansız konuşabildikleri
tek şey liseye giden büyük oğluydu. Eltisinin büyük oğluyla anasınıfından beri
hep aynı okulda ve aynı sınıfta oldukları için saklama şansı yoktu. Saklamaya çalışsa da ispiyoncu oğlu ele
verirdi yalanlarını. Doğru yanlış her bir şey ortadaydı. Tek ortak
noktalarıydı.
Kısa boylu olanı sınıf öğretmeniydi.
Kısa boyuyla küçük elti olmaya fiziken de yakışıyordu. Kayınvalideye göre altın
yumurtlayan tavuktu. Ütüyü ve çiğköfteyi kocası yapardı. Evi darmadağın olsa da
akrabalarını yılda ancak birkaç kez yemeğe çağırsa da elinin ağırlığından nazla
niyazla hizmet etse de ‘çalışıyorum’ kalesine sığınmayı bilecek kadar
akıllıydı. Bütün eksiklikleri beceriksizlikleri örten pırıltılı bir örtü
kabilinden çalışıyor oluşunu kullanırdı. Yıllardır eskimeyen sapasağlam bir
örtü... Bir oğlu bir kızı vardı. Gönlünce yetiştirememişti ama yakınıp da
eltisini sevindiremezdi. Büyük oğlu hariçti. Elti oğlu her şeyi anlatıp rezil
edebilirdi. Yalandan övünüp de bunca yıllık öğretmenliğine halel getirtemezdi.
Varsın bir tek onu kötü bilsindi kurtlu eltisi. Okullarını hiç olmazsa
sınıflarını ayırmak için elinden geleni yapmış ama kayınbiraderi sıcak
bakmadığı için başarılı olamamıştı. Ağabey olarak böyle işlerde onun sözü
geçerdi. Amcaoğulları olan çocuklarsa annelerinin zıddına çok iyi anlaşıyor,
hayırda ve şerde birbirlerini kolluyorlardı. Bu doğal ve babalarca istenen
birliktelik, annelerce onların tembelliklerinin serkeşliklerinin dik
başlılıklarının dedikodusunun yapılmasını kolaylaştırıyordu. Sekizinci
sınıftaki kızının artık annesi de dâhil olmak üzere hiçbir şeyi hiçbir kimseyi
beğenmeyişini eltisine anlatamazdı ya. “Elin bebelerini terbiye etmeden evvel
kendi bebelerini terbiye et.” derdi eltisi.
Hoca ilk ders için Rabbiyessir’i
yazdı. Harflerin içine, altına, üstüne koyduğu noktalarla harflerin uzunluk ve
derinlik ölçülerini anlattı. Sohbeti iyice koyulaştıran kadınlara “Kolay
gelsin!” deyip kendi çalışmasına döndü. Ödevleri poşete yerleştirirken küçük
elti bilmiyormuş gibi oğlanın matematik yazılısını sordu. 44 almış. Küçük
eltinin ki de 52. Öğretmen çocuğunun biraz farkı olsun dercesine oğlunun notunu
ağzını büzdürerek söyledi. Ben öğretmen olsam oğlum 100 alırdı yüz, dercesine “52
mi” diye kaşlarını kaldırıp 52’yi ağzını gere gere tekrarladı büyük elti, her
harfin hakkını vererek.
Hat hocası, yoğun aile muhabbetinin
sağanağı altında bunalışının devasını ezan sesinde buldu. Nezaketinin
sömürülüşüne karşı biriken isyanla “Ben namaza gidiyorum, kapıyı kilitlemem
lazım, ablalar.” deyip çıktı küçük odadan ve iki kadının çıkmasını bekledi.
Dudaklarının kıpırtısı ezan duası mıydı, yeni bir söz sağanağına yakalanmamak
için dua mıydı anlaşılmadı.
Güneş gecenin bağrına sokulmaya
hazırlanırken kızıl saçlarını uzun bir hat gibi sermişti önlerine. Bugün
çiğköfte günüydü büyük elti için. Kolu ağrıyacaktı şimdi, aylardır kopacak gibi
ağrıyordu zaten ama kimseye diyemiyordu ki… Kamış kalemi nasıl tutmalı onca
harfi nasıl yazmalıydı… Yarın komşuları, öbür gün dayısıgiller gelecekti.
Kardeşinin hanımına bebek görmeye, teyzesinin kaynanasını hastanede ziyarete gidecekti.
“Yine de harfleri biliyorum ya o bana yeter. Gece mece yazar bırakırım, eltiye
rezil olmam Allah’ın izniyle. Elif’i görse mertek sanır o, ha hay. A,B,C, ye benzemez bu iş. Nokta nokta süsler
zaten kolay.” dedi içinden. Noktaların ölçü oluşunu duymamıştı bile.
Küçük eltinin hem Türkçe hem
matematik yazılısı vardı okunacak. Her öğlen eve gelince en az bir saat
uyumadan hiçbir iş yapamazdı. Sonra, hala sabahın rehavetini taşıyan yataklar
toplanacak, bulaşıklar dizilecek, yemek yapılacak… Ne zaman yazacaktı ki bunca
harfi. İşin içinde elti hırsı olunca “Ben eğitimciyim, çabuk öğrenen bir
insanım ya o bana yeter. Gece biraz geç uyur yazarım. Allah eltime rezil
etmesin, Kur’an biliyorum, harfleri yazarım diye kurumlanıp duruyor, bilip
okumak ayrı, yazmak ayrı, üç beş denemeyle ondan güzel yazarım. Noktalarla
süslemek zaten kolay.” dedi içinden. O da noktaların ölçü olduğundan bihaberdi.
Otobüs durağa gelince kısa boylu olan küçük
elti indi. Diğeri gözleriyle bir süre takip etti gideni, yanına oturana
konuşmaya hasret kalmış insanın söz orucu açması gibi anlattı: “Haftaya görürüz
bizim kağnı eltiyi, çalışıyormuş, biz evde olunca bütün gün oturuyoruz sanki.
Temizliğin, yemeğin, böreğin, köftenin hatta her şeyin en mükemmelini
bekliyorlar. Çalışıyorum deyip de sığınacak bahanemiz bile yok. (Çalışıyorum
derken, tıpkı eltisi gibi dudaklarını büzdü) Verilen harçlıklardan artırdığımla
yine eve tencere tava alıyorum. Onun gibi kazancımı kozmetiklere yatırmıyorum.
Bir de güzel olsa bari…” dedi, yanındaki puşili kadın hiç tanımasa da baş
sallayıp onaylamakla yetindi. Rahatlayan büyük elti, son durakta inip
toptancılar pazarına yöneldi. Un alınacaktı.
Küçük elti iner inmez telefona sarıldı,
“Abla, sorma ya Hüsn-i Hat kursuna başlıyoruz da eltinin çenesinden başım
ağrıdı. Akşama kadar evde oturuyor, konuşacak adam yok, buldu benim gibi iyi
dinleyiciyi, döktürdü içinin pasını. Allah’tan evlerimiz uzak. Okulda onca
çocuğun sesinden zaten kafam şişiyor... Çalışmadı ki bilsin. Yemek fırında,
hanım gezmede. Harçlık da kocadan… Ekmek elden su gölden yaşıyor, ben öyle
miyim? Ben enerjim bitip eve varınca o çoktan işi bitirip gezmelerde el âlemin kulaklarını
çınlamaya başlamış oluyor.” dedi yürürken. Öğreneceği hattan çok eltisiyle
girdiği gizli yarıştı ona coşku veren.
…
Dillerden dökülen onca ses,
dalgalar halinde halka halka havaya yükseldi. Alacalı bir tüy geçti halkaların
arasından, şadırvanın üstünde konakladı. Arınmışlık akan suyun sesi doldu
kulaklara. Bahar rüzgârının musikisiyle çoğalan yaşama arzusu konaklayacak
güzel bir yer arayarak havadaki güzel kokuların içine karıştı. Akşam alacası eşyanın
üzerine koyu gölgelerini uzatarak hoş kokular eşliğinde ılık bir akşamın
başlangıcını haber veriyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder