Sayfalar

25 Haziran 2015 Perşembe

Öykü

                                                        ELTİLER

         Güzel bir bahar günüydü. İnsanı sarhoş edecek kadar güzel kokuların belli bir mizanla havaya dağılması; parktaki iğdelerin, ıhlamurların, hanımellerinin kokularının birbirine karıştırılmadan algılanmasını sağlıyordu. Parkın kanepesinde muhabbet eden iki kadın saate bakıp durağa yürüdüler. Otobüsten inince havanın güzelliğinden mest olmuşçasına ya da konuşacakları bitmediği için ağaçların gölgesine sığındılar.
        Doğal şemsiye görevindeki palmiyelerin serin gölgesinden isteksizce sıyrılan iki kadın, Rızvaniye Külliyesinin taş kemerli girişinden telveli bir muhabbetle geçtiler. Sağdaki odaların tabelalarını okuyarak yürüdüler. Ebru kursunun saati kendilerine uymadığından uzun uzun hayıflandılar. Eşlerinin talimatı gereği keyfi sayılacak her yere ikisi birlikte gitmek zorundaydılar. Demir parmaklıklı küçücük camlardan içerisini görmeye çalışarak “Hüsn-i Hat” yazan odanın önünde durdular. Celi olarak yazılan “Edep Ya Hu” istifinin güzelliğiyle ruhları kabarıp alacalı bir tüy gibi yükselirken havaya, yazının manası henüz nüfuz edememişti alacalı tüye. Bir alttaki levhada kaleografiyle yazılmış olan “Alın yazısı hariç her türlü yazı yazılır.” ibaresi daha çok hoşlarına gitti. Kapıyı çalmadan önce alın yazısı üzerine epeyce söz söylediler. Yazılır mı, yazılmaz mı, tesadüfler insanın alışılmış yaşamını değiştirir mi, değiştirmez mi, tesadüf mü, tevafuk mu demeli… gibi süren soru kelepçeleri ayaklarına dolandı. Kelepçeleri açmak için dökülen onca laf u güzaftan hiçbiri kelepçelerine anahtar olamadı ve sürüp gitti konuşma. Ta ki kapıyı açan gencin ne istediklerini sorasıya kadar...
          Kurslar vardı işte, onlar da gelmişlerdi. Hangisi uyarsa ona başlayacak, zaman ipine inci olmasa da camdan boncuklar dizeceklerdi bir şeyle meşgul olmuş sayılacaklardı. Hani bedava da olunca niye olmasındı… Hüsn-i Hat öğrenip günün birinde alın yazısı dışında her türlü yazıyı yazacak konuma geleceklerdi. Vaktiyle dergah olarak planlamış taş duvarlı odaya hızla göz attılar. Eskiden dervişlerin inziva hücresi olan odanın duvarlarında asılı olan istifleri incelediler. Kimi kubbe, kimi lale, kimi kandil biçiminde kamış kalemlerin tırtıklı iziyle renkli mürekkeplerle yazılmış istiflerin hiçbirini okuyamadılar. Bir bebek gibi uzanıp masumca yatan vav’ın muhteşemliğini, gelin gibi süzülen elif’teki asaleti, dünyaya kocaman gözlerle bakan dat’ı ve diğer harflerin bir arada ne söylediklerini hiç fark etmediler.
          Cetvelle çizilmiş gibi düz bir hatla yazılan besmeleyi göz alışkanlığıyla seslice okuyan uzun boylu olanı, zor bir şifreyi çözmüşçesine “Ben Kur’an biliyorum eltim, daha kolay yazarım.” dedi. Çokbilmiş edayla kısa boylu olanı süzdü. Kısa boylu olansa kendisinin daha yetenekli olacağından emin “Ben öğrenmeye açık bir insanım, onca çocuğa yıllardır okuma yazama öğrettim, ben daha çabuk öğrenirim.” dedi küçük dudaklarını büzdürüp daha da küçülterek. Bu onların düellosunun başlangıcıydı.
            Hoca kuşe kâğıdı çıkarıp kesti, kamışları yontarak uçlarını düzeltti. Mürekkep ve ham ipeği hokkaya yerleştirip ilk ödevlerini yazmaya koyuldu. Ödevler yazılırken kadınların sohbetleri hiç bitmedi. Komşunun çamurlu ayakkabılarla bina merdivenlerini kirleten haşarı oğlu, balkondan çırpılan sofra bezlerinden çamaşırlarına dökülen zeytin çekirdekleri, yolda tükürerek dolaşan koca adamlar ve bazı insanların görgüsüzlüğü derken, salatanın sirkeli mi, limonlu mu daha faydalı olacağı tartışması hocanın dersle ilgili anlattıklarını bastırdı. Ne kamışı tutma ne mürekkep akıtma yöntemini duydular. Celi ve sülüsün farkları salatadaki reyhan kadar alakadar etmedi ikisini de. Ara sıra kafa sallayıp vav’ın anne karnındaki bebek duruşuna benzeyişine küçük bir hayretten sonra salatayı unuttular ve bu benzetiş onlara başka çocuk düşünmediklerini hatırlattı, sonra da büyük oğullarının serkeşliğini tembelliğini birbirlerine şikâyet ettiler. Bu şikâyet dostluğa adım niyetiyleydi, başka bir niyetleri yoktu!
            Kocaları kardeş olduğundan mıdır iş ortağı olduğundan mıdır nedir, onların dedikodusu yapılmaz, ancak otoriterlikleri dile getirilirdi. Bir yerde canları mı sıkıldı hemen kalkmalılar yoksa hacı kızardı, beğenmedikleri malı ısrarla öven satıcıdan kurtulmak için de birebirdi ‘hacı kızar’ sözü. Keyifleri yerindeyse hacı bir köşede unutulurdu.
           Uzun boylu olanı ev hanımıydı, büyük elti olarak saygıyı hak edendi. Dört oğlan çocuğunun arasında didinip duruyordu. Kocası hiçbir şeyden memnun kalmıyor, tatlısız sofra görmek istemediğinden hazır tatlı olursa küsüyordu. İlla evde yapılacak. Haftada iki kez çiğköfte yapılması değişmez kuralıydı. Öğleye kadar peş peşe yayınlanan yemek programlarını izleyip türlü çeşit yemekler, pastalar, köfteler yapıyordu da kimse eline sağlık bile demiyordu. Bir gün grip olup yatsa babalarından gelen alışkanlıkla oğlanlar da küsüp odasına çekiliyordu. Kimse neyin var demiyordu. İki lafın başı “Akşama kadar evde ne yapıyorsun, sanki sabahın ayazında çalışmaya gidiyorsun…” diyorlardı. Tabi bu kış içindi, yazın tatlı uykulardan uyanmak daha zordu, o zaman da “Şu sıcakta ter döktün de…” diye başlayan cümleler para kazandırıcı bir iş yapmaması suçuna karşılık ceza gibi her seferinde yüzüne vuruluyordu. Babadan oğullara virüs hızıyla geçen bu sözler, anasınıfına giden en küçüğün bile dolaşık bir ip gibi diline dolanmıştı. Annesi dediğini yapmadığında çözülüveriyordu dili. “El kadar oğlan bile sana laf söylüyor, hem de evladınken. Ben elin onca bebesine laf anlatıyorum.” der çıkardı eltisi, o yüzden söylemek olmazdı. Yedinci sınıftaki ikizlerinse ergenlik yaşadıkları için sudan sebeplerle asabi davranışları artıp duruyordu. Kadersizdi işte kadersiz. Ama eltisine anlatıp da kendisini küçük düşüremezdi. “El arı, düşman körü” dedi içinden, annesinden geçen atasözlerinden biriydi. Ananın kaderi kızına geçermiş, sözüne inanmaması mümkün müydü? Anasının eksik kaderi kendisine geçmişti. Eltisiyse anası gibi rahatına düşkündü, bir çay içişleri vardı ki saatlerce sürerdi, evi yansa kalkıp gitmezdi, öyle bir zevkti bunların çay faslı.
            Eltisiyle yalansız konuşabildikleri tek şey liseye giden büyük oğluydu. Eltisinin büyük oğluyla anasınıfından beri hep aynı okulda ve aynı sınıfta oldukları için saklama şansı yoktu.  Saklamaya çalışsa da ispiyoncu oğlu ele verirdi yalanlarını. Doğru yanlış her bir şey ortadaydı. Tek ortak noktalarıydı.
         Kısa boylu olanı sınıf öğretmeniydi. Kısa boyuyla küçük elti olmaya fiziken de yakışıyordu. Kayınvalideye göre altın yumurtlayan tavuktu. Ütüyü ve çiğköfteyi kocası yapardı. Evi darmadağın olsa da akrabalarını yılda ancak birkaç kez yemeğe çağırsa da elinin ağırlığından nazla niyazla hizmet etse de ‘çalışıyorum’ kalesine sığınmayı bilecek kadar akıllıydı. Bütün eksiklikleri beceriksizlikleri örten pırıltılı bir örtü kabilinden çalışıyor oluşunu kullanırdı. Yıllardır eskimeyen sapasağlam bir örtü... Bir oğlu bir kızı vardı. Gönlünce yetiştirememişti ama yakınıp da eltisini sevindiremezdi. Büyük oğlu hariçti. Elti oğlu her şeyi anlatıp rezil edebilirdi. Yalandan övünüp de bunca yıllık öğretmenliğine halel getirtemezdi. Varsın bir tek onu kötü bilsindi kurtlu eltisi. Okullarını hiç olmazsa sınıflarını ayırmak için elinden geleni yapmış ama kayınbiraderi sıcak bakmadığı için başarılı olamamıştı. Ağabey olarak böyle işlerde onun sözü geçerdi. Amcaoğulları olan çocuklarsa annelerinin zıddına çok iyi anlaşıyor, hayırda ve şerde birbirlerini kolluyorlardı. Bu doğal ve babalarca istenen birliktelik, annelerce onların tembelliklerinin serkeşliklerinin dik başlılıklarının dedikodusunun yapılmasını kolaylaştırıyordu. Sekizinci sınıftaki kızının artık annesi de dâhil olmak üzere hiçbir şeyi hiçbir kimseyi beğenmeyişini eltisine anlatamazdı ya. “Elin bebelerini terbiye etmeden evvel kendi bebelerini terbiye et.” derdi eltisi.
         Hoca ilk ders için Rabbiyessir’i yazdı. Harflerin içine, altına, üstüne koyduğu noktalarla harflerin uzunluk ve derinlik ölçülerini anlattı. Sohbeti iyice koyulaştıran kadınlara “Kolay gelsin!” deyip kendi çalışmasına döndü. Ödevleri poşete yerleştirirken küçük elti bilmiyormuş gibi oğlanın matematik yazılısını sordu. 44 almış. Küçük eltinin ki de 52. Öğretmen çocuğunun biraz farkı olsun dercesine oğlunun notunu ağzını büzdürerek söyledi. Ben öğretmen olsam oğlum 100 alırdı yüz, dercesine “52 mi” diye kaşlarını kaldırıp 52’yi ağzını gere gere tekrarladı büyük elti, her harfin hakkını vererek.
          Hat hocası, yoğun aile muhabbetinin sağanağı altında bunalışının devasını ezan sesinde buldu. Nezaketinin sömürülüşüne karşı biriken isyanla “Ben namaza gidiyorum, kapıyı kilitlemem lazım, ablalar.” deyip çıktı küçük odadan ve iki kadının çıkmasını bekledi. Dudaklarının kıpırtısı ezan duası mıydı, yeni bir söz sağanağına yakalanmamak için dua mıydı anlaşılmadı.
           Güneş gecenin bağrına sokulmaya hazırlanırken kızıl saçlarını uzun bir hat gibi sermişti önlerine. Bugün çiğköfte günüydü büyük elti için. Kolu ağrıyacaktı şimdi, aylardır kopacak gibi ağrıyordu zaten ama kimseye diyemiyordu ki… Kamış kalemi nasıl tutmalı onca harfi nasıl yazmalıydı… Yarın komşuları, öbür gün dayısıgiller gelecekti. Kardeşinin hanımına bebek görmeye, teyzesinin kaynanasını hastanede ziyarete gidecekti. “Yine de harfleri biliyorum ya o bana yeter. Gece mece yazar bırakırım, eltiye rezil olmam Allah’ın izniyle. Elif’i görse mertek sanır o, ha hay.  A,B,C, ye benzemez bu iş. Nokta nokta süsler zaten kolay.” dedi içinden. Noktaların ölçü oluşunu duymamıştı bile.
           Küçük eltinin hem Türkçe hem matematik yazılısı vardı okunacak. Her öğlen eve gelince en az bir saat uyumadan hiçbir iş yapamazdı. Sonra, hala sabahın rehavetini taşıyan yataklar toplanacak, bulaşıklar dizilecek, yemek yapılacak… Ne zaman yazacaktı ki bunca harfi. İşin içinde elti hırsı olunca “Ben eğitimciyim, çabuk öğrenen bir insanım ya o bana yeter. Gece biraz geç uyur yazarım. Allah eltime rezil etmesin, Kur’an biliyorum, harfleri yazarım diye kurumlanıp duruyor, bilip okumak ayrı, yazmak ayrı, üç beş denemeyle ondan güzel yazarım. Noktalarla süslemek zaten kolay.” dedi içinden. O da noktaların ölçü olduğundan bihaberdi.
     Otobüs durağa gelince kısa boylu olan küçük elti indi. Diğeri gözleriyle bir süre takip etti gideni, yanına oturana konuşmaya hasret kalmış insanın söz orucu açması gibi anlattı: “Haftaya görürüz bizim kağnı eltiyi, çalışıyormuş, biz evde olunca bütün gün oturuyoruz sanki. Temizliğin, yemeğin, böreğin, köftenin hatta her şeyin en mükemmelini bekliyorlar. Çalışıyorum deyip de sığınacak bahanemiz bile yok. (Çalışıyorum derken, tıpkı eltisi gibi dudaklarını büzdü) Verilen harçlıklardan artırdığımla yine eve tencere tava alıyorum. Onun gibi kazancımı kozmetiklere yatırmıyorum. Bir de güzel olsa bari…” dedi, yanındaki puşili kadın hiç tanımasa da baş sallayıp onaylamakla yetindi. Rahatlayan büyük elti, son durakta inip toptancılar pazarına yöneldi. Un alınacaktı.
        Küçük elti iner inmez telefona sarıldı, “Abla, sorma ya Hüsn-i Hat kursuna başlıyoruz da eltinin çenesinden başım ağrıdı. Akşama kadar evde oturuyor, konuşacak adam yok, buldu benim gibi iyi dinleyiciyi, döktürdü içinin pasını. Allah’tan evlerimiz uzak. Okulda onca çocuğun sesinden zaten kafam şişiyor... Çalışmadı ki bilsin. Yemek fırında, hanım gezmede. Harçlık da kocadan… Ekmek elden su gölden yaşıyor, ben öyle miyim? Ben enerjim bitip eve varınca o çoktan işi bitirip gezmelerde el âlemin kulaklarını çınlamaya başlamış oluyor.” dedi yürürken. Öğreneceği hattan çok eltisiyle girdiği gizli yarıştı ona coşku veren.
                      …


             Dillerden dökülen onca ses, dalgalar halinde halka halka havaya yükseldi. Alacalı bir tüy geçti halkaların arasından, şadırvanın üstünde konakladı. Arınmışlık akan suyun sesi doldu kulaklara. Bahar rüzgârının musikisiyle çoğalan yaşama arzusu konaklayacak güzel bir yer arayarak havadaki güzel kokuların içine karıştı. Akşam alacası eşyanın üzerine koyu gölgelerini uzatarak hoş kokular eşliğinde ılık bir akşamın başlangıcını haber veriyordu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder